
Türkiye, İran ve Kürtler: Ortadoğu’daki Hızla Değişen Durumlara Karşı Hazırlıklar
Dr. Abdul İlah Al-Mustafa – Fırat Araştırma Merkezi Araştırmacısı
7 Ekim 2023’ten bu yana bölgede yaşanan olaylar, tüm öngörüleri aşan büyük dönemeçlerden geçti. İsrail ile Hamas arasındaki savaş, uluslararası müdahalelere ve diplomatik çözüm önerilerine rağmen durmadı ve doğrudan Hizbullah’ı da kapsayacak şekilde genişledi. Hizbullah beklenmedik şekilde ağır darbeler aldı. İsrail ise Suriye’deki İran’a ait üsler, karargahlar, silah depoları ve hatta diplomatik merkezlere yönelik saldırılarına 7 Ekim öncesinde olduğu gibi sonrasında da devam etti. İran’ın iki kez doğrudan müdahalesi, olayların yeni bir yöne evrilmesine neden oldu ve bu, İran ile İsrail arasında kapsamlı bir savaşın işaretlerini verdi.
Tüm bu gelişmeler rastlantı sonucu ya da boşluktan ortaya çıkmadı, aksine yakın ve uzak nedenleri vardı. Aynı zamanda, olaylar bu hızla devam ederse bölgenin geleceği açısından önemli sonuçlar doğuracak. Bu, bölgenin jeopolitik ve ekonomik detaylarının yeni bir tartışmaya açılmasına ve önümüzdeki yüzyılın geleceğinin şekillendirilmesine yol açacak. Kürtler için bu, her zaman karşılarına çıkmayan büyük bir fırsat sunuyor. Geçmiş yüzyılın acı ve zor tecrübelerinden ders çıkararak, uluslararası, bölgesel ve küresel siyasetin labirentlerinde Kürt meselesiyle ilgili siyasi ve diplomatik birikimlerini kullanma fırsatına sahipler.
Hem İran hem de Türkiye, günümüzde Ortadoğu’da en etkili ve en aktif iki temel jeopolitik güç olarak öne çıkıyor ve bölgedeki sorunların büyük kısmının yükünü taşıyorlar. Bunun çok açık sebepleri şunlardır:
- Sınırlarının ötesinde, diğer tüm bölgesel güçlerden farklı olarak siyasi ve askeri genişleme faaliyetlerinde bulunmaları.
- Kürt meselesini çözme konusundaki görmezden gelmeleri.
- Her iki ülkenin de İslam dünyasında farklı mezhepsel yönlere liderlik etmeleri; bu durum, özellikle son dönemde teokratik rejimlerin uzun süredir iktidarda olduğu bu iki ülkede daha da şiddetlendi.
Ortadoğu’nun istikrarı, bu sorunlara uygun çözümler bulunmasına tamamen bağlıdır. Türkiye ve İran, genişlemeci faaliyetlerini durdurup kendi jeopolitik sınırlarına çekildiklerinde, iç meselelerine ve özellikle Kürt sorununun çözümüne odaklandıklarında, ayrıca mezhepsel olarak kendilerine bağlı askeri gruplara verdikleri maddi ve askeri desteği kestiklerinde, o zaman bölge genelinde güvenlik ve istikrarın sağlanacağına dair öngörüler daha mantıklı hale gelecektir. Bununla birlikte, bu iki ülkenin iç işlerine uluslararası müdahalelerin de önüne geçilmiş olacaktır. Ancak mevcut durum bunun tam tersidir; ne Türkiye ne de İran, şu anda bu yönde adım atmaya istekli ya da yetkindir. Bu da bölgede istikrarsızlığın devam edeceği anlamına geliyor.
Başka bir açıdan bakıldığında, her iki ülke de benzer sorunlarla karşı karşıya ve en başta gelen sorun, iktidardaki rejimlerin uyguladığı politikalar sonucu zayıflayan iç cephedir. İran’da, Velayet-i Fakih rejimi birçok kez reform çağrılarına baskıcı politikalarla karşılık verdi. Son olarak, 16 Eylül 2022’de Jina Amini’nin öldürülmesinin ardından kadın hareketine karşı aşırı güç kullanımı dikkat çekti. Ayrıca, İran’ın uluslararası ilişkilerindeki başarısızlıkların bir sonucu olarak uygulanan yaptırımlar nedeniyle ekonomisi çökmüş durumda. İran’daki bu kasvetli tabloyu en iyi yansıtan şey, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde katılım oranının ilk turda %40’ı bile geçmemesi ve bu durumun rejim ve liderlerine yönelik büyük bir halk hoşnutsuzluğunu göstermesidir.
Türkiye’de ise durum, İran’dan pek farklı değil. Ekonomik koşullar en kötü seviyede ve son Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimleri, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile muhalifleri arasındaki temel ve stratejik meselelerdeki derin bölünmeyi gözler önüne serdi. Ayrıca, her iki ülke de Kürt sorununa uygun çözümler arama konusunda ortak bir tavır sergiliyor; her iki taraf da bu meseleyi çözme arayışına girmekten kaçınıyor.
Ne oldu ve gerilimi kim başlattı?
Arap-İsrail ilişkilerinde yeni modeller oluşturma girişimi, bölgedeki niteliksel değişimlere giden yolda gerçek başlangıç noktasını oluşturdu. İsrail ile bazı Arap ülkeleri, özellikle Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesini kabul etmek ve bu yönde uzlaşmaya varmak, Arap-İsrail çatışmasının “varlık ya da yokluk” üzerine kurulu tarihine alışılmadık yeni bir dönüm noktası kazandırdı. Bu gelişme, bazı Araplar tarafından benimsenen ve İsrail’i kabul ederek taraflara ABD-Avrupa desteğiyle jeoekonomik avantajlar sağlamayı hedefleyen yeni bir vizyonu hayata geçirme çabasına dönüştü. Bu adım, İran’ın Arap coğrafyasına müdahalelerini ve meselelerine kollarıyla nüfuz etmesine karşı bir hamle olarak görüldü ve bu Araplar, Filistin meselesi ve Kudüs’ün kurtuluşu söylemi üzerinden İran’ın etkisini artık kaldıramayacaklarını ifade etmeye başladılar.
15 Eylül 2020’de İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında imzalanan ve ABD’nin aracılık ettiği İbrahim Anlaşması, Suudi Arabistan’dan gelen resmi ve medya sinyallerinin de bu girişime mutlak bir reddiye göstermemesiyle, bu yeni süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Bu anlaşma, daha önceki süreçlere, 1978 Camp David Anlaşmaları, 1993 Oslo Anlaşması ve 1994 Ürdün-İsrail Barış Anlaşması gibi adımlara eklenmiş yeni bir sayfa açtı.
Hindistan Koridoru olarak bilinen büyük jeopolitik ve ekonomik boyutlara sahip proje, sonrasında atılan bir adım olarak eklendi. Rusların yer almadığı G7 (eski G8) tarafından benimsenen bu proje, 10 Eylül 2023’teki G20 Zirvesi’nde açıklandı. Proje, Hindistan ile Avrupa’yı bağlama planı çerçevesinde, Basra Körfezi ve İsrail’i kapsama zorunluluğuna işaret ediyor ve Rusya ile Çin’i görmezden geliyordu. Bu durum, hem Türkiye hem de İran’ı çileden çıkardı. Çünkü bu proje, kasıtlı ya da değil, her iki ülkeyi de büyük ticaret yollarından dışlayarak, küresel ticaretin ana merkezlerini Fars ve Anadolu topraklarından Basra Körfezi’ne ve Tel Aviv’e kaydırmayı hedefliyordu. Bu da Körfez ülkeleri ve İsrail’i, İran ve Türkiye’nin uzun süredir sahip olduğu Doğu ile Batı arasındaki ticaret yolları, yani “İpek Yolu” üzerindeki ana duraklar yerine, küresel sistemin destekçileri ve merkezi noktaları haline getirecekti.
İran bu gelişmeyi beklemedi ve -belki de Türkiye ile Hamas’ın iki ülke nezdindeki özel konumu nedeniyle bir anlaşma çerçevesinde- 7 Ekim 2023’te başlayan “Aksa Tufanı” olaylarını başlatmak için Hamas’ı harekete geçirdi. Bu olaylar, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki normalleşme ilişkilerini ve ekonomi koridoru projesini geçici olarak durdurmayı başardı. Ancak bu, bölgede büyük dönüşümlerin önünü açtı ve İran ile İsrail arasında, arka planda ABD ve Batılı müttefiklerinin bulunduğu doğrudan bir çatışma ihtimalini artırdı.
Gidişat nereye doğru?
İran, İsrail ile doğrudan bir çatışmadan olabildiğince kaçınmaya çalışıyor ve bu görevi uzun süredir bölgede bulunan kollarına devretmişti. Ancak şu anda bu kolların büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesiyle, ya bu görevleri kendisinin üstlenmesi ya da bu kolları iyileştirene kadar veya yeni kollar ortaya çıkana kadar boyun eğip sessiz kalması gerekecek. Fakat mevcut durumda tansiyonun yükseldiği göz önüne alındığında, İran’ın istemeyerek de olsa çatışmaya girmek zorunda kalması şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir çatışma gerçekleşirse, en olası senaryo işlerin kontrolden çıkmasıdır ve bu durum İran’ın asla lehine olmayacaktır. İsrail, tek başına değilken, İran kendisini yalnız ve güçsüz bir şekilde bütün egemen sistemin karşısında bulabilir. Bu durumda İran, geriye kalan müttefiklerini (Suriye rejimi, Haşdi Şabi ve Husiler) savaşa sürüklemek zorunda kalabilir. Bu gerçekleşirse, İran’ın Kürdistan, Arabistan, Belucistan, Azerbaycan ve “Faristan” olarak fiilen bölünmesi gündeme gelebilir. Bu olasılığı İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Bezeşkiyan da uyarıcı bir şekilde dile getirmişti.
Türkiye’nin, kendisine yönelik izolasyon politikalarına ve Anadolu’nun stratejik kimliğinin kaybına karşı tepki olarak başlattığı hareketler, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Irak’a yaptığı ziyaretle somutlaştı. Bu ziyaret, yaklaşık on yıl süren bir aradan sonra gerçekleşti ve bu projelere karşı koymak için savunma hatları arayışının bir parçasıydı. Erdoğan’ın Kürdistan bölgesine yaptığı ziyaret, bu çerçevede en dikkat çekici anlardan biriydi. Ziyarette, “Gelişim Yolu” projesinin ilerletilmesinin gerekliliği vurgulandı; bu proje, ekonomik koridor projesine alternatif olarak gündeme geldi ve zaman çizelgeleri belirlendi. Ayrıca bazı güvenlik anlaşmaları imzalandı ve PKK ile mücadele için seferberlik çağrısı yapıldı. Öte yandan, eğer gerilim tehlike alarm seviyesine ulaşırsa, Türk liderlerin, Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giderek, milli antlaşmanın güncellenmiş bir versiyonunu hayata geçirme yoluna girmesi ve Kürt güçleri ile kişilerini yeni çözümler geliştirme konusunda ikna etmeye çalışmaları beklenebilir. Devlet Bahçeli’nin, Türk Milliyetçi Hareket Partisi lideri olarak, Türk Meclisi’ndeki eylemleri ve son zamanlarda Ülkücü Parti lideri Doğu Perinçek’in Bahçeli ve Erdoğan’ın Kürt projesine destek verdiğine dair yaptığı açıklama, bu sürecin aynı yönde ilerlediğini gösteriyor.
Son iki on yılda Türkiye’nin egemen sisteme karşı muhalif güçler eksenine kayışı (Rusya-Türkiye yakınlaşması, Rus savunma sistemlerinin satın alınması gibi) ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında mevcut Güvenlik Konseyi sisteminde değişiklik talepleri, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki dengelerini ve karşılıklı menfaate dayalı diplomatik politikasını zayıflattı. Bu durum, özellikle Orta Doğu’daki mevcut istikrarsızlık ortamında oldukça kritik bir dönemde ortaya çıkıyor. Türkiye, bu durumdan etkilenmekten kaçınamayacaktır; çünkü bu savaşta denge politikaları için bir alan kalmamıştır. Türkiye, ya bir duruma ya da diğerine yönelmek zorunda kalacak. Ankara’nın siyasi manevraları ve uygulamaları, mevcut durumunu belirlemişken, İran durumu ile kıyaslandığında sınırlı bir manevra payı bulunmaktadır.
Kürtlerin Durumu
Kürtler, şu anda Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki döneme kıyasla daha avantajlı bir konumda bulunuyorlar. Bu dönem, yıllarca süren zulüm, inkâr ve haksızlıkların yaşandığı bir süreçti. Kürtler, artık varoluşsal temellere, diplomatik ilişkilere, askeri güçlere ve daha önce elde edilmesi zor olan ittifaklara sahip durumdalar.
Türk-İran politikalarının ve uygulamalarının yol açtığı belirsizlikten kaynaklanan endişeli durum, Suriye ve Irak’taki yönetimlerin uluslararası ekonomik yatırımların güvenliğini sağlamada ve uluslararası ticaret yollarının güvenliğini korumada başarısızlıklarıyla birleşince, Kürtler, uluslararası ekonomiler için güvenli ortamlar yaratmada uygun bir alternatif haline gelebilir. Kürdistan’ın sunduğu stratejik coğrafya ve IŞİD’le olan kanlı çatışmalar sonrası uluslararası topluma ve ittifaklara yeterince güven vermesi de bu durumu güçlendiriyor.
Yukarıdakiler, Kürtlerin yeni uluslararası denklemlerde temel bir aktör olmasını sağlamak için yeterli mi?
Kürt toplumu, 1920’li yıllarda Kürt meselesinin tasfiyesi için imzalanan antlaşmalar döneminde, aşiret ve bölgesel çatışmalardan muzdarip oldu. Bu durum, ulusal bilinç ve dayanışmanın oluşmasını olumsuz etkileyerek, zorlukları aşacak bir ulusal cephe oluşturma çabasını engelledi. Ayrıca, siyasi-diplomatik kapasitedeki ciddi eksiklik, uluslararası politikaların arka planını anlamada ve Kürtlere karşı dönen komploları öngörmede yetersizlikle sonuçlandı. Sosyal ve ekonomik sorunlar, toplumsal, siyasi ve askeri organizasyon eksikliği de bu olumsuz durumu derinleştirdi.
Günümüzdeki Kürt siyasi manzarasındaki parçalanma, 1920’lerdeki aşiret ve bölgesel anlaşmazlıklarla birçok açıdan benzerlikler taşıyor. Bu durum, düşman güçlerin Kürt birliğini parçalamak için kullanmaktan çekinmeyeceği zayıf noktalardan biri olarak öne çıkıyor. Bu kritik dönemde, tüm çabaların bir araya gelmesi gereken bir zamanda, bu zayıflık, Kürt birliğini tehdit eden ölümcül bir boşluk yaratıyor.
Kürtlerin bugün, ideolojik kalıplar ile ailevi ve partisel çıkarlar yerine yüksek bir pragmatizm ve esneklik ruhuna sahip olmaları gerekmektedir. Ayrıca, sorumluluk bilinci ile yüksek bir düzeyde siyaset yürütme zorunluluğu bulunmaktadır. Kürt meselesinin çözümü için en iyi yolları tartışmak amacıyla toplantılar ve istişareler düzenlenmesi gerekmektedir. Bugün, savaş çanlarının çaldığı bir ortamda, saat sıfıra her zamankinden daha yakın bir noktadayız. Büyük Kürdistan’ın parçalarını barındıran ülkeler, 20. yüzyılın ikinci ve üçüncü on yıllarında yaşananların benzeri bir akıbete dair endişe duymaktadır; zira bu dönemde bazı varlıklar yok olurken, Kürtler ve yaşadıkları coğrafya aleyhine yeni varlıklar ortaya çıkmıştır ve birçok sebepten dolayı bu durumun detaylarına girmeye gerek olmaksızın Kürtlerin bu değişimlerden hiçbir nasibi olmamıştır.
Birinci Dünya Savaşı, Orta Doğu tarihindeki büyük bir geçiş dönemiydi; çünkü bu dönem, 16. yüzyılın başlarından itibaren neredeyse sabit kalan jeopolitik haritaların tam ve kesin bir şekilde değişiminin yolunu açtı. Bugün İran ile İsrail arasında kapsamlı bir savaş çıkması durumunda, Orta Doğu geçmişteki akıbetine benzer yeni bir randevu ile karşı karşıya kalacaktır.
Savaş olmasa bile, yerel, bölgesel ve uluslararası meselelerden kaynaklanan gerilimler ve kaos, Orta Doğu’da birçok değişim ve dönüşüm yaratmaya yetecek kadar etkili olacaktır. Bu değişim, ilgili ülkelerdeki yönetim yapılarından belki de yeni haritaların ortaya çıkmasına kadar uzanabilir.